Birinci Bölüm
“Haydi, söylesene. Düğün telaşı sarmadı mı seni henüz?”
Erica Sanders, ortaokuldan beri yakın arkadaşı olan April’i masanın karşı tarafından süzerken, onun dışında hiç kimsenin kendisine böyle bir soru yöneltmeye cesaret edemeyeceğini düşünüyordu. April North, onu çok iyi tanıyordu. Erica’nın duyduğu endişe ve stresin, nişan partisinden birkaç hafta önce, çiftin ailelerinin resmen tanışacağı partide artmaya başlayacağını tahmin edebilirdi. Erica, bu karşılaşmayı dört gözle beklemiyordu doğrusu, tabii annesinin tavrı yüz seksen derece dönmediği takdirde.
“Evet, biraz stresliyim,” diye kabul etti. “Aklımı zar zor toparlıyorum. Ancak, bu her gelinin başına gelir, öyle değil mi?” Eğer duygularını biri ile paylaşması gerekiyorsa, bu kişinin kesinlikle April olması gerektiğini düşündü Erica.
Her şeyden önce, en iyi arkadaşı, evlilik yolundan şimdiden üç kez geçmişti.
“Tabii, biraz stres her gelinde olur. Ama senin durumunda…” April bazı kelimeleri dile getirmedi.
Erica’nın annesi, onu deli ediyordu.
Karen Sanders, önce Brian Lawson’ın kızıyla evlenecek kadar iyi olmadığından şikâyet edip durdu, sonra ise, Erica’nın düğününün yılın olayı olmasını istediği için organizatörlere dünyayı dar etti.
Düğün, Ohio’daki ilk özgür siyahların şehirlerinden biri olarak tarih kitaplarında adı geçen, yedi bin nüfuslu Hattersville’in kurucularından birinin büyük büyük torununa yaraşır olmalıydı. Erica, Wisconsin’deki üniversite yılları hariç, yirmi yedi yıllık yaşamının tümünü Hattersville’de geçirmişti. Başka bir şehirde geçirdiği dört yıl içinde, doğduğu yerdeki insanların ne kadar dar görüşlü ve züppe olduklarını anlamış ve birçok konuda gözü açılmıştı. Tüm insanlar ayrıcalıklı değildi. Arkadaşı April, bulundukları yerin öteki tarafında Beşinci Bölge olarak adlandırılan yerde doğmuştu ve bu durum her fırsatta Erica’ya annesi tarafından hatırlatılmıştı. Erica’ya göre, ne tarafta doğduğunun pek bir önemi yoktu ve April ile olan yakın arkadaşlığının hayatında her zaman ayrı bir yeri vardı. Bunun yanında, oldum olası çok güzel kız olan April, hayata sıfırdan başlayıp zengin olmuştu ve şimdi dünyaca ünlü bir modeldi. Bu durum, ne kadar alçak bir noktadan başlarsa başlasın, ortaya yüreğini ve aklını koyan herkesin başarılı olabileceğinin kanıtıydı.
Şehrin baskıcı ortamından uzaklaşmaya Erica’dan çok ihtiyacı olan April, Los Angeles Üniversitesi’ne başlamak için batıya gitmiş ve orada birinci ve ikinci eşleriyle tanışmıştı. Bir yıl önce boşandığı üç numaralı kocasıyla ise, Büyük Britanya’da tanışmıştı.
“Sen de benim kadar biliyorsun,” diye devam etti April, salatasını yerken. “Bayan Karen’in hayalindeki evlilik, senin Griffin ile yapacağın evlilikti.”
Erica, bunun doğru olduğunu biliyordu. Griffin Hayes’in ailesi, aynı kendi ailesi gibi, Hattersville’in zenginlerindendi.
Doğal olarak bazı kişiler, özellikle de annesi, kızı ile Griffin’in büyüyüp evleneceklerini umuyorlardı. Bazıları vardı ki, yine isim vermek gerekirse annesi, bu evliliğin hem çıkarlar açısından doğru bir seçim olacağını hem de bu iki aile arasına giren lanetin, aralarında yapılacak bir evlilik ile son bulacağını düşünüyorlardı.
Maalesef, kimse, onun ve Griffin’in kalbine haber verme zahmetinde bulunmadı. Onlar ise bir türlü o duyguyu hissetmiyordu. Büyüme çağlarında aileleri onları o kadar çok bir araya getirmişti ki, sonsuz bir evlilik bağı ile adanmış bir çift olmak yerine, birbirlerini kardeş olarak görmeye başlamışlardı. Lisedeyken birlikte olmayı denemişler fakat aralarında bir elektriklenme olmamıştı. Griffin de, Erica da bunun farkındaydı. Aralarında arkadaşlıktan başka bir şey olamayacağına dair karar verdiler.
“Annem artık Bayan Griffin Hayes olmayacak olmam fikrine alıştı,” dedi Erica. “Kesinlikle aradığımı buldum. İnan bana. Brian, istediğim ve ihtiyacım olan tek adam.” Herkesten şüphelenirdi, hatta April’dan bile, ama söylediklerinden kesinkes emindi.
“Bu hafta geliyor mu?”
Erica’nın dudaklarını kocaman bir gülümseme kapladı ve şans getirmesi için parmaklarını çaprazladı. “Umalım da öyle olsun. Firma için iki avukat daha tuttular ama hâlâ bir ton dosya yükü var.” Dallas’taki saygın bir hukuk bürosunda avukat olan Erica ve Brian, geçen yaz Myrtle Sahili’nde tatil yaparken tanışmışlardı. Bir sabah, Brian iskeleye balık tutmak için çıkmıştı ve Erica da o sırada sahilde koşuyordu. İkisi konuşmaya başlamış ve ardından Brian ertesi gün için onu kahvaltıya çağırmıştı. Birkaç hafta içinde sevgili olmuşlardı.
Yaz bittiğinde, tüm klişeleri altüst etmiş ve ilişkilerini devam ettirme kararı almışlardı. Aşkları, uzun soluklu olmaya doğru yelken açmış, yeni yıl tatilinden hemen sonra, Brian ona evlenme teklifi etmişti. Erica bu teklifi kabul etti ve şimdi, ağustos ayında yapılacak olan düğünün ardından Teksas’a yerleşmeyi dört gözle bekliyordu.
Annesi, tek çocuğunun, Hayes’in dışında biriyle evlenip şehir dışına taşınması fikri üzerine bayağı gürültü koparmıştı. Şimdi bile, aylar sonra, Karen Sanders’ın bu konuda sorunlar yaratmaya uğraşması kaçınılmazdı.
“Peki, baban nasıl direniyor?” diye sordu April, Erica’nın düşüncelerini bölerek. “Annen, seni reddetmesi için onu ikna edebildi mi?”
Erica, babasını düşündüğünde, açık ela gözlerinde sevgi ve anlayış belirdi. Babası ona tam destek veriyordu. Yine de annesini kızdırmamak için bunu sakin bir şekilde yapıyordu. Erica’nın yaptığı şeye hayranlık duyduğunu belli edecek ufak şeyler yapıyor ya da söylüyordu. Kendisinin yapamadığını Erica yaptığı için, bir mirası koruyabilmek değil de aşkı uğruna evlenmeyi seçtiği için, onu takdir ediyordu. Anne ve babasının evliliğinin önceden planlanmış olduğu sır değildi.
“Bunun olmayacağını sen de benim kadar biliyorsun,” diye yanıtladı. O ve babası birbirine çok yakındı ve bu her zaman böyle kalacaktı.
Erica ve April park ettikleri arabalarının yanına doğru yürüdüler ve April, büyükannesini ziyaret etmek için geldiği şehirden ayrılmadan önce birkaç kez daha görüşmek için sözleştiler. Mart’ın ilk haftasıydı. Ohio’nun soğuğu iyiden iyiye hissediliyordu ve Erica’nın korunmak için omuzlarını şalıyla sıkıca sarmıştı. Giorgio özel koleksiyonundan olan şalı, geçen sene April’ın ona verdiği doğum günü hediyesiydi.
Yukarıya baktığında Erica, parlak ışıklarla ve bakımlı çimlerle kaplı şehir merkezini gördü. Beşinci Bölge parkları berbat görünüyordu ve bakıma ihtiyaçları vardı ancak buradaki şehrin kurucularına ait heykeller iyi durumdaydı. ‘İyi’ vatandaşların ayrıcalığını düşününce, neredeyse midesi kalkmıştı.
Saatine göz attı. Henüz sekiz bile olmamasına rağmen dükkânlar çoktan kapanmış, şehir, hayalet bir şehre dönüşmüştü. Bir zamanlar ekonomik olarak büyük sıkıntılar yaşamış olan şehir, birkaç hali vakti yerinde aile yerleşip, küçük ve can çekişmekte olan işyerlerini satın alınca düze çıkmıştı. Ne var ki bu durum, zenginlerin daha da zenginleşmesine ve şehrin tüm iplerini ele geçirmelerine yol açmıştı.
Erica’nın şehrin tarihi kütüphanesindeki başkütüphanecilik ve muhasebecilik işi bile, ailesi tarafından, özelikle de annesi tarafından, Hattersville tarihinin iyi bir şekilde koruna-bilmesini sağlamak amacıyla ayarlanan ve oldukça rahat bir pozisyonun ötesine geçemeyen bir iş olanağıydı. Erica’ya, eğer ataları -Kanada’dan gelen özgür siyahlar- olan şehir kurucuları olmasaydı, bu şehrin de var olamayacağı sürekli olarak hatırlatılmaktaydı.
Nesiller boyu, Hattersville’deki iki grup arasında belirgin bir çizgi var olmuştu: zenginler ve yoksullar. Varlıklı Hayes, Delbert, Sanders, Carter, Heard, Baker, Cobb ve Stonewell aileleri şehre çalışmaya gelen binlerce kişinin işvereni ve en büyük üretim şirketlerinin sahipleriydiler.
April ile sarılarak vedalaşan Erica, birkaç yıl önce babasının doğum günü hediyesi olarak kendisine vermiş olduğu, kiraz renkli, iki kapılı Mercedes’ine bindi. Emniyet kemerini henüz geçirmiş ve tam kontağı çevirmek üzereyken, cep telefonu çalmaya başladı. Arayanın Brian olduğunu görünce yüzü güldü. Cevaplamak için vakit kaybetmedi. “Selam.”
“Selam, tatlım. Neredesin?”
“Ryder’ın Et Lokantası’ndan çıkmak üzereyim. April şehirdeydi, birlikte akşam yemeği yedik.” Bir an duraksadı ve, “Hafta sonu için kaçabilecek misin?” diye sordu.
Brian’ın telefonun diğer ucunda güldüğünü duydu ve bunun ne kadar çekici olduğunu düşündü. Onu ilk gördüğü anı anımsadı. Altında yırtık bir kot, üst kısmı çıplak bir haldeydi. Elinde bir olta, balık tutuyordu. Ona çapkın bir şekilde gülmüştü ve Erica o an erimişti. O gülücüğü vücudunun her bir gözeneğinde ve hücresinde hissetmişti. O gülüş, onu sıcak ve yanan bir kütleye dönüştürdü ve bütün arzularının, olabileceği en gerçek haliyle karşısında durduğunu o gün keşfetti.
“Evet, sanırım kaçabileceğim,” dedi, Erica’yı daldığı düşüncelerden uyandırarak. “Bu arada, evinde seni bekleyen bir şey var.”
Hemen gülümsedi. Ona, “seni düşünüyorum” hediyeleri gönderiyordu postayla.
Bu kez ne yolladığını merak etti. Geçen hafta, geceleri bir ninni gibi onu uyutsun diye, Barry White’ın duygulu sesiyle söylediği “Rock-a-bye Baby” şarkısını bir CD’ye kaydedip yollamıştı.
“Nedir?” diye sordu.
Cevap vermeden önce, bir kez daha o çekici gülüşü yükseldi, “Ben. Artık öğrendiğine göre, çok hızlı sürmene gerek yok.”
Dudaklarından bir iç çekişi yükselen Erica, nasıl yavaş gidebileceğini düşündü. Birbirlerini görmeyeli üç haftadan fazla olmuştu ve derin bir özlem ile dolup taşıyordu. Onu gördüğünde içini büyük bir mutluluğun kaplayacağını çok iyi biliyordu. Nasıl bekleyeceğini düşündükçe, içi duygusal kıpırdanmalarla dans etmişti.
“Ben gelene kadar rahatına bak,” dedi ona.
“Çoktan baktım ve sabırsızlıkla seni bekliyorum, bebeğim.”
O da sevgilisini görmek için sabırsızlanıyordu. “Yoldayım.”
Brian ateşli bir karşılık daha vermeden, ki bir kez daha yaparsa bu muhtemelen onu çıldırtacaktı, telefonu kapattı ve park yerinden ayrılmak üzere motoru çalıştırdı. Brian şehirde olduğuna göre tüm hafta sonu planları değişecekti. Elbette herkes bunu anlayışla karşılardı.
Tabii, annesi hariç herkes.
Brian Lawson, cep telefonunu gerektiğinden fazla bir süre elinde tuttuktan sonra masanın üzerine koydu. İçi pırpır ediyordu. Erica’nın sesini telefonda her duyduğunda aynı şey oluyordu.
Eğer birileri ona, bir kadına bu şekilde âşık olacağını söylemiş olsaydı, onlara asla inanmazdı. Erica’yı o gün sahilde gördüğü anda âşık olduğuna ikna olmuştu ve onun çıktığı diğer kızlardan çok daha farklı olduğunu bir şekilde anlamıştı.
O zamana kadar, yalnız olmaktan memnun olan bir adam olmuştu. Kısa süreli planlar yapmaktan ve kafasına göre biri-leriyle çıkmaktan hoşlanırdı. Fakat o yaz, Erica ile zaman geçirdikten sonra, onun sonsuza kadar beraber olmak isteyeceği türden bir kız olduğunu anlamıştı. Bu düşünce, sandığı gibi onu korkutmamıştı. Hatta onu daha çok tanıdıkça, ebediyen onun yanında olacak kişinin kendisi olmasını daha da çok istemişti.
Derin bir nefes aldı. Birasından bir yudum daha içti ve müstakbel karısının mutfağına göz gezdirdi. Büyük, ferah bir mutfaktı ve yemek yapmaktan çok hoşlandığı için tam Erica’ya göreydi. Kendisi de öyleydi. İlk fark ettikleri ortak noktalarından biri de buydu.
Duvarlar soluk bir sarı renge boyanmıştı. Mutfak aletlerin hepsi beyazdı ve bu odayı olduğundan geniş gösteriyordu. Onun Dallas’taki paslanmaz çelikle kaplı mutfağı her ne kadar daha modern gözükse de, Erica’nınki ile kıyaslandığında daha az sterildi. Duvarda asılı büyük tabloda, güneşli bir Güney Carolina gününde resmedilmiş Myrtle Sahili gözüküyordu. Sisli Ohio kışlarında, yemek masasında otururken bu resme bakmak çok hoş olmalıydı. Daha da güzeli, tam olarak o yaz tanıştıkları yere ait bir çizim olmasıydı: İskelenin hemen yanı. Brian, bu tabloyu Teksas’taki bir galeride görür görmez, onu Erica için satın alma şansını kaçıramayacağını düşünmüştü. Aslında her ikisi için…
Erica’nın eve gelmesini beklemek için masaya oturdu. Eğer doğru hatırlıyorsa, şehrin öbür tarafındaki Ryder yirmi dakika uzaklıktaydı ve Erica’yı yavaş gelmesi konusunda uyarmış olmasına rağmen, çabuk geleceğini biliyordu. Bu on dakikaya kadar eve varacağı anlamına geliyordu.
Tekrar mutfağa göz attı. Oturduğu yerden, yemek odası ile oturma odasını rahat bir şekilde görebiliyordu. Dallas’taki dairesi bu kadar büyük değildi. Mükemmel bir bekâr eviydi, ancak, evlendikten sonra, daha büyük ve ofise yakın bir eve taşınmak üzere karar almışlardı.
Erica’nın evini de kapatmayacaklardı, böylelikle, ailelerini ziyaret etmek için Hattersville’e geldiklerinde kalacakları bir yer olacaktı. Aslında, ailelerinin bir malikâne olarak kabul edilebilecek devasa büyüklükteki evlerinde birçok konuk odası bulunmaktaydı. Ancak Brian, kendisinin, Karen Sanders’ın çatısı altında bir gece bile geçirmeye tahammülü olamayacağını sezen Erica’yı takdir ediyordu. Onun, Karen’ın seçtiği damat olmadığı büyük bir sır değildi.
Erica’nın annesi kesinlikle Brian’ın annesinden çok farklıydı. Rita Lawson, bu dünyadaki en tatlı ve makul kadınlardan biriydi. Brian on beşindeyken, babasının anevrizmadan ölmesinin ardından, onu tek başına yetiştirmişti. Onu üniversiteye ve hukuk fakültesine göndermek o kadar kolay olmamıştı; ancak bunu yapmış olmaktan hiç şikâyetçi değildi. Brian da bu durumun kıymetini fazlasıyla bilmişti. Şimdi ise, her zaman yapmak istediği bir şeyi başardığı için annesiyle gurur duyuyordu. Her zaman dış dünyaya âşık olan annesi, büyük bir şirket için peyzaj mimarlığı yapmaya başlamıştı. İşi çok fazla seyahat etmesini gerektiriyordu ki, bu onun her zaman hayalini kurduğu şeydi. Daha geçen hafta Beijing’den dönmüştü. Çin’e ilk gidişiydi ve Brian, orada yaşadıklarını anlatırken ne kadar heyecanlandığını aklından çıkaramıyordu.
Aylar önce Erica’yla resmen tanışmış ve müstakbel gelinine ilk anda bayılmıştı. Erica’nın annesinin de kendisini kabul etmesini dileyerek, birasından bir yudum daha aldı.
Kafasını bulandıracak düşüncelere izin vermemeye çalışsa da, bu konu, arada sırada aklına geliyordu. Anne babaların çocukları için eş seçtiği zamanların artık sona erdiğini bilmiyor muydu bu kadın? Erica kendi hayatını yaşıyordu. Nasıl ve kimle yaşayacağına karar verebilecek olgunluktaydı.
Brian, bir araba kapısının kapanma sesini işitti ve Erica’nın geldiğini anladı. Ayağa kalktı ve içini bir endişe sardı. Endişe ve aşk.
Arka kapıdan gelen bir anahtar şıngırtısı duydu. Birkaç saniye sonra hayatının geri kalanında birlikte olmayı, birlikte çocuk yapmayı, ismini paylaşmayı ve sonsuza kadar yanında kalmayı seçtiği kadını karşısında görecekti.
Onu yakalayan tüm duyguları anlamaya çalışırken kapı açılmış, Brian, o an derin bir nefes almıştı. Bakışları anında birbirini yakaladı ve onun dudaklarına yansıyan gülüşü, her bir noktasını felç etmiş gibiydi.
Saçlarını açık bırakmıştı ve bu gece, saçları omuzlarına birer su dalgası gibi düşmüştü. Koyu olan saç tellerinden kimisi, mutfağın parlak ışıkları altında daha açık görünüyordu. Bakışları, Erica’nın yüzünde dolandı. Onu büyüleyen ilk şey gözleri olmuştu. Ela renkli, kedi gözleri vardı ve o kadar büyüleyiciydi ki, o gözlere bakan bir adam tüm duygularını kaybedebilirdi. İlk gördüğünde Brian’ın hissettiği de tam olarak buydu. Dikkatini çeken diğer özelliği ise dudaklarıydı. Sanki özel olarak Brian için yapılmış, mükemmel bir şekilli dudakları… Bir keresinde Brian’a, onu öpmeden önce hakikaten kimseyle öpüşmemiş olduğunu anladığını söylemişti.
Gördüğü her noktaya, özellikle de vücudunu oluşturan kıvrımlara bir kez daha hayran kalarak, ayak ucundan başına kadar onu süzdü. Daha önce çıkmış olduğu kadınlar kadar uzun boylu değildi ama onun 1.63′lük boyunun kendi 1.90′lık boyunu mükemmel bir şekilde tamamladığını düşünüyordu. Evet, Erica tamamen güzel bir kadındı ve şehvetli rüyalarını süsleyen varlığın ta kendisiydi. Göğsü sıkıştı. Kesinlikle muhteşemdi, ona baktığında tam olarak düşünemiyordu. Ateşli, ilkel bir ihtiyaç benliğini titretiyordu. Erica, kapıyı kapatıp, sandalet giymiş ayakları ile ona doğru adım atarken, Brian da ona doğru ilerlemeye başlamıştı bile.
Ona sımsıkı sarıldığı anda, dudaklarını onun dudaklarına hapsetmeden birkaç saniye öncesinde, derinden gelen bir sesle bir şeyler mırıldandı, “Evine hoş geldin, tatlım.” Erica’nın, her şeyi yapmaya hakkı varmışçasına, vücudunu onun vücuduna iyice yapıştırarak öpücüğüne karşılık verişini hissetti.
Ve Erica tüm haklarını kullandı.
Ona evlenmeye teklifi ederek parmağına yüzüğü taktığında, başka bir kadına asla vermeyeceği bütün hakları Erica’ya devretmişti. Ve sonrasında, ona diğer haklarını da vermeye devam edecekti. Erica onun kalbiydi, ruhunun ta kendisiydi ve onu, herhangi bir kadını asla sevemeyeceğini sandığı bir şekilde seviyordu. Gerçekte, bir kadına âşık olmayı hiçbir zaman istememişti.
On beş yaşındayken babasını beklenmedik bir şekilde kaybettiklerinde, annesinin yaşadığı üzüntü ve acıyı hatırlayabiliyordu. Patrick Lawson, hayatlarının vazgeçilmez bir parçası, saygın bir hukuk firmasının, Brian’ın şu an çalıştığı firmanın, ortaklarından biri olarak, sağlıklı ve sapasağlam bir şekilde bir gün önce karşılarında dururken; bir gün sonra, göçüp gitmişti. Ne Brian, ne de annesi bu kayba hazırlıklı değildi. Hatta şimdi bile, neredeyse üzerinden on beş yıl geçtikten sonra bile hayatına başka bir erkek sokmamış annesinin tam olarak iyileşip iyileşmediğini sık sık merak ediyordu Brian.
Bu düşünceleri bir kenara bıraktı ve kollarındaki kadına, dilinin diline karışmasına yoğunlaştı. Özenle ve sabırla, baştan ayağa hissettiği onunla beraber olabilme dürtüsü haricinde, aklında yer eden tüm düşüncelerden uzaklaşmak için karar verdi. Şu an için tek önemli olan oydu. Tamamen onu düşünüyordu.
Erica’yı son gördüğünden bu yana, her gece onunla ilgili tutku dolu düşler görüyordu. Geceleyin yaptıkları konuşmalar isteklerini pek de dindirememişti. Onun sesi, bir erkeğin telefonla arayabileceği seks hatlarındaki seslerden çok daha iyi olmalıydı. Gece geç saatlerde yaptıkları konuşmalarda, açık saçık şeyler konuşurken sesini tamamen şuh bir hale sokabiliyordu. Tekrar bir araya geldiklerinde ona yapacağı şeyleri telefonda tek tek fısıldıyordu ve Brian, tüm bunların hiçbir seks kitabında bulunamayacağından emindi. Bunlar, fantezilerini ateşleyen vaatlerdi. Kesin olan şuydu ki, Brian, kendini kontrol etmek için büyük bir savaş veriyor, onu şu anda, tam da burada, yavaşça soymamak için kendini tutmaya çalışıyordu.
“Seviş benimle, Brian. Beni ne kadar özlediğini göster bana.”
Öpüşmeyi yarıda kesti ve nemli dudakları ile bu sözleri onun kulağına fısıldadı. En az Erica kadar o da beraber olmak istiyordu. O olmadan çok fazla yalnız gece geçirmişti ve bu hafta sonu, tüm bu yalnız geçen geceleri telafi etmek istiyordu. Aklında bu düşünce, sevgilisinin ayaklarını yerden kesti ve onu yatak odasına taşıdı.
Brian onu yatak odasına doğru taşırken, Erica, yüzünü Brian’ın tişörtüne gömdü. Dudakları dudaklarına değdiği andan itibaren Erica, bedeninin, aklının ve en önemlisi de kalbinin arzuları içinde kaybolmuştu.
O ana kadar, bir kadının bir erkeği bu kadar sevebilmesinin mümkün olabileceğini düşünmemişti.
Derin bir nefes aldı ve Brian’ın kokusunu içeri çekti. Brian’ın yatak odasını Disney’de bile bulunmayan bir macera adasına çevirebileceğini biliyordu. Bu gece Brian’ın tüm düşlerini gerçeğe çevireceğinden, tüm cinsel isteklerine ve içgüdülerine cevap vereceğinden hiç şüphesi yoktu.
Bu gece ve tüm hafta sonu boyunca, hem fiziksel hem de duygusal ihtiyaçlarını serbest bırakarak onunla bir olacaktı. Onu yatağa bırakır bırakmaz zevk almaya başlayacağını biliyordu. Sırtı yatak örtüsüne değdiği anda başını yana yatırdı ve Erica’nın bakışlarıyla karşılaştı. Kendisine bakan bir çift siyah göz, neredeyse nefesini kesecekti.
Erica, Brian Lawson’un klasik bir yakışıklı olmasının ötesinde, kalbini hoplatacak güzel kaslara da sahip olduğunu düşünüyordu. Onu büyüleyebilen siyah gözlerin derinliklerinden, kola rengi yüzünün zarif kemik yapısına kadar mükemmeldi. Hatta burnunun üzerindeki ufak çıkıntı olmasaydı, kusursuz denebilirdi. Çocukken kaykaydan düştüğü zaman kırıldığını söylemişti. Bu küçücük kusur, onun davranış tarzına uymayan bir kendini beğenmişlik katıyordu görüntüsüne. Kibirli biri değildi oysa. Vücudunda tek bir kibirli kemik parçasının olduğundan şüpheliydi.
Bir yere girdiğinde tüm kadınlar dikkat kesilirdi, ancak o, istediği şeyi elde etmek için dış görünümünü kullanmazdı. Doğasında vardı büyüleyici olmak, tek bir gülüşüyle bir kadının ayaklarını yerden kesebilirdi. İki yanağındaki gamzeleri ve yontulmuş çenesinin tam ortasındaki yarık, etrafına yoğun bir erkeksilik yayıyordu. Onun yanında olmak, Erica’ya dünyanın en değerli ve en feminen kadını olduğunu hissettiriyordu.
“Üstümüzde çok fazla kıyafet var, öyle değil mi?”
Bu sözler davetsizce Erica’nın zihnine girmişti. Kendini tutamadı; onun dudaklarında beliren bu oyunbaz gülüşten tahrik olmuştu. Derin ve uzun bir nefes alıp, onun kıyafetlerinden bazılarını çıkarmaya başlamasını seyretti. Baştan ayağa çarpıcı erkeksi vücudunu ortaya çıkarırken, onu izlemek ve çıplaklığına bakmak Erica’yı neşelendiriyordu. Onun vücudunun başıyla ayakları arasında kalan bölgesine âşıktı. Bu kısımlar, haddinden fazla bir zevk verirken, aynı zamanda vücut ısısının da fırlamasına neden olabiliyordu.
Onu tanıdığından beri keşfettiği bu istek tarafından kamçılanan Erica, midesinin alt kısmından kalça çatalına kadar gezinen bir acı hissetti. Pantolonunu ve çamaşırını aşağı indirip, güçlü ve erkeksi kalçaları ve bacakları ortaya çıkınca, kendi kendine can katan bir arzuyla dolup taştı. Bakışları onun uyarılmışlığına sabitlendiğinde, güçlükle nefes alabildi. Bunun mümkün olmasından şüphe duymasına rağmen, son görüşmelerinden beri Brian’ın gelişmiş olduğunu görüyordu.
Damarlarının içinde alevler geziniyordu. Tam önünde çırılçıplak dikilince, içindeki aşk ve tutku düelloya tutuştu. Tüm bu duyguların tamamen anlaşılabilir olduğunu biliyordu. Brian ona defalarca, sevdiği adama karşı böylesine ateşli ve yoğun tutku beslemesinde yanlış bir şey olmadığını anlatmıştı.
“Benim için soyun, Erica.”
Her ne kadar üzerindekileri Brian’ın çıkarmasını daha çok tercih etse de, Erica kıyafetlerini çıkarırken onun bunu izlemeye bayıldığını bilerek yatağın üzerinde gevşedi. Ona istediği şeyi vererek uyum sağlayabilirdi, çünkü onun tüm ihtiyaçlarını birer birer karşılayacağını biliyordu.
Tişörtünü çıkarttı ve odanın öteki ucuna fırlattı. Köşedeki küçük çöp kutusuna girmesine ramak kalmıştı. Brian’a hızla göz attı ve o hayranlıkla kaşını kaldırdığında, sütyenini çıkarmak için elini arkaya uzattı ve hafifçe gülümsedi. Göğüsleri serbest kaldığında, Brian’ın nefes alıp verişi değişti. Bunu hem duydu, hem de onun hızla inip çıkan göğüs kafesine baktığında gördü. Sandaletlerini çıkardı, baştan çıkarıcı bir tavırla bol pantolonunu daha kolay indirebilmek için arkasına yaslandı. Sık sık spor yapıyordu ve bu yüzden vücuduyla gurur duyuyordu.
Brian’ın ona böyle bakmasını seviyordu. Bakışlarıyla onun vücudunu aynı şekilde sevdiğini belli eder gibiydi. Gözleri karardı ve tam da istediği gibi utanıp sakınmadan daha da sertleştiğini açığa çıkardı.
Erica tamamen soyunduğunda, yatağın tam ortasına oturdu ve ona gülümsedi. Saçlarını omuzlarına doğru savurarak başını arkaya attı ve onun bakışlarıyla karşılaştı. “Bununla baş edebileceğini düşünüyor musun?”
Gülümsedi. “Deneyeceğim.” Ve sonra ona ulaştı, kollarıyla onu kendine çekti, başını aşağıya indirdi ve onun ağzını kendininkiyle örttü.
Brian, insana öteki yarısından bile daha yakın olan bir kadınla sevişmenin hiçbir şeye benzemediğini düşündü. Bu kadın, sadece kadınsı kokusuyla bile onu orgazma ulaştırabilirdi. Bu kadın, tıpkı kendininki kadar ateşli bir dürtüyle sürüklenebilirdi.
Erica tutkuyla sırtını öptüğünde, bunu ayak parmaklarına kadar hissetti ama özellikle de bunu okunun baş kısmında, orada, karşısındaki kadınla en ilkel şekilde bağlantı kurmayı isteyen kısımda hissediyordu. Tüm algıları ve hisleri tutuşmuş ve neredeyse onu eziyorlardı. Bunu ilk defa yaşadığında, ondan olabildiğince uzağa kaçmak için meydan okumuştu. Erica’nın gerçek anlamda onu dizlerinin üzerine çökertmek üzere bir tür büyü yaptığına tamamen ikna olmuştu.
Ancak dürtüleri gitmesini söylese de, o kaçmamıştı. Erica’yı, diğer herkesten farklı kılan şeyin ne olduğunu araştırmak için çok meraklı ve çok kararlıydı. Onunla bir süre vakit geçirdikten sonra, cevabı bulmuştu. O, hem yatak odasında hem de dışarıda cezp ediciydi. İçinde hiç kendini beğenmiş bir taraf yoktu. Tamamen samimiydi ve Brian onu seviyordu.
Onu bu kadar sevdiğine bazen kendi de inanamıyordu.
Zihninin derinliklerine işlediği kadar kalbinde de yer eden bu düşünce ile onu öpmeye devam etti. Onun, öpücüklerine, sıcaklık ve tutku karışımıyla karşılık verme şeklinden hoşlanıyordu.
Onu daha derin öpücüklere boğmak için başını kıvırırken, ona dokunmayı isteyen ellerini tüm vücudunda gezdirdi. Sıcak teninde ve hiç unutmak istemediği kısımlarında dolaşan elleri, onu yeniden keşfediyordu sanki. Unutmaya hiç niyeti yoktu. İçinde bir baskı vardı ve onun da aynı şekilde bunu hissettiğini biliyordu.
Komodinin üzerindeki telefon çalmaya başlayınca dudaklarını geri çekti. Brian onun üzerinde bir karartı gibi görünürken, Erica sırtüstü uzanıyordu. “Bunu açman gerekiyor mu?” diye sordu.
Sanki ilk defa telefonun çaldığını işitmiş gibi gözlerini kırptı ve sonra başını salladı. “Muhtemelen annemdir. Sonra ararım onu.”
Erica doğruldu. Brian onun kollarını tuttu ve kendi boynuna doladı. Dudaklarını tekrar ona yaklaştırırken içini dolduran derin arzu seli, sadece Erica’nın yapabileceği katıksız bir erkeklik sızısı verdi ona. İnlemesine neden olabilecek şekilde kaslarını onun vücuduna kenetlerken, tek derdi onun içine girmek veya onun sıcaklığına sarılabilmek olan aç bir herif gibi hissetmeye yakınlaşıyordu.
Aynen şu an olduğu gibi.
Erica bu sesi biliyordu. Vücudu ona yaklaşan şeye hazırlıklıydı. Brian onu çevirerek yüzüstü yatırırken aldığı tepki, tüm isteklerini uyarmaya yetmişti. Ağzıyla işe koyuldu. Onun bütün vücudunun, teninin her bir noktasının, yukarıdan aşağıya, içeriden dışarıya tadına bakmak istiyordu.
Dilini kalçasının ve uyluğunun üzerinde boydan boya gezdirirken titrediğini hissetti. Onu sırtüstü çevirdi ve ağzıyla yaptığı iç gıcıklayıcı hareketi meme uçlarına ve göğüslerine doğru sürdürdü. Bu sert çakıl taşlarını emmek için ağzına götürmeden önce, hareketlerini alevlendiren, duygularını ateşleyen çaresizliği hissetmekten kendini alıkoyamadı.
Sonraki dakikalar, hem tatlı hem de sert baştan çıkarmalarla geçti. Brian ağzını onun bacak arasına yerleştirdiği anda ve dilini, onu daha da heyecanlandırmak ve altında onu şehvetli bir arzuyla kıvrandırmak için kullanırken, içinde bir şeyler neredeyse patlayacaktı.
Bu hafta sonu buraya gelmek için programını düzenlerken, Erica’yla burada olmayı, onu bu şekilde sevmeyi hayal etmiş ve bu onu neredeyse çıldırtmıştı. Düşündüğü tek şey onu gördüğünde neler yapabileceği ve onunla sevişirken bedeninin nasıl tepki vereceğiydi.
“Brian!”
Bu ses tonunu ve ne anlama geldiğini biliyordu. Dudaklarını onunkilerden ayırdı ve elleriyle kalçasını iki yana ayırırken, vücudunu onun üzerine dikkatle yerleştirdi. “Buradayım, bebeğim.”
Yumuşak bir hamle yaptı… Artık içindeydi. Onun derinine kök salma arzusunu muhafaza ediyor, Erica’nın kalçalarındaki kasların, onu tamamen sömürmek istercesine iştahla onu yakalayışını hissediyordu. Bir dakika kadar olduğu yerde kaldı.
Sonra tekrar hareket etmeye; geri çekilmeye ve ileri atılmaya başladı. Sızlanmaların önce mırıldanmalara, sonra ise inlemelere dönüşmesini dinledi. Hiçbir kadın, onu nasıl içine çekeceğini, Erica’nın yapabildiği gibi bilmiyordu.
Brian, kendi yapmak istediklerinin peşinden giderken, sevgilisi, onun isteklerini biliyor ve hiçbir ritmi kaçırmadan ona ayak uyduruyordu. Bir sonraki sefer, anın tadına varabilirler ve daha yavaş olabilirlerdi. Fakat şimdilik hızlı ve sertti. İnsafsızdı. Sınır tanımıyordu.
İşte o an, onsuz bir hayatı hayal bile edemeyeceğini fark etti. Onunla tanışmadan önce nasıl yaşadığını hatırlayamıyordu bile. Bunun bir önemi de yoktu. Erica burada, hayatında, kollarında, içindeydi. Bedeninin yarısındaydı. Ağustosu beklemek hiç kolay olmayacaktı.
Tekrar onun ağzına yapıştı. Bunu yapar yapmaz Erica’nın nefesini tutması, Brian’ın bastırdığı duyguların, bir fırtına gibi içinde esmesine neden oldu. Daha derine, daha sert itti kendini. Erica onun ismini haykırdığında, duyguları sakinleşti. İçindeki uyarılma patladı. Onun sularına karışan, kendi bedeninden ona geçen bu sıcak rahatlama, ağzını geri çekmesine ve derin, tatminkâr bir soluğu içine çekmesine neden oldu. Sert, ilkel ve huzursuz seks kokusunu teneffüs etti.
Sarsıcı bir orgazm onları yıkıp geçmiş, ikisini bir duygu kozasının içine sarmış, derin ve kesin bir şeyle kuşatmıştı. Brian, onun yaşamın bir parçası olduğunu öyle iyi biliyordu ki; ona alacağı bir sonraki nefes kadar ihtiyacı vardı.
Ve yavaş yavaş dünyaya geri dönmeye başladıklarında, biraz dinleneceklerini ve sonra her şeyi tekrardan yaşacaklarını çok iyi biliyordu. Bunun yapmayı, sabırsızlıkla bekliyordu.
…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder