18 Aralık 2013 Çarşamba

Fatih Murat Arsal - Şahane Gelin kitabına yorumum sizlerle .. Osman sen bu Gülay'a neler yaptın diyorum . Başkada bir şey demiyorum.


Zoraki Koca serisinin ilk kitabı olan Şahane Gelin kitabının yorumuna Hoşgeldiniz ; 

"Erkekler biraz kördür. Görmektense duymayı yeğlerler..."

Diyerek yorumumuza hazırlanıyor ve bu Osman okuyanını ne hale getirdi okuyacak olanını ne hallere getirecek diyerek cümlelerime devam edeceğim :)

Küçük Birer alıntılar ;



***



Günümüz aşk romanları yazarı Fatih Murat Arsal yine sizi bambaşka bir aşk serüvenine sürüklüyor. Osman ve Gülay ile tanışmaya hazır mısınız?

Kitap nikah masasında verilen zoraki bir Evet ile başlayıp büyük nefretle ilerleyip kaçınılmaz bir aşkla sonlanıyor.  Osman'ın sert tavırları Gülay'ın yumuşak ve naif duruşuyla karşılaşınca eski Osman olmaktan vazgeçiyor. İyi kalpli, masum , savunmasız Gülay 'a yapmadığı şey kalmayan Osman yinede Gülay'ın aşkını kazandı ya ben başka ne diyeyim :)

Sayfa sayısının gözünüzü korkutabileceğini düşünsem de en fazla 3 saat dayanabilecek bir kitaptan bahsediyorum şuan :) Bırakmanın imkansız olduğu ve okurken yanınıza içecek ve yiyeceginizi almamayı unutmamanızı tavsiye ederim :)

Kitap başlar başlamaz bu Osman var ya Osman bir tutturdu boşanmaya boşanacağım da boşanacağım . :) Beni cileden çıkardı ''Boşan da Gülay'ı kapsınlar ''dedim sonra sanırım duydu  Gülay'ı kıskanmaya başladı . Ah Osman'ın kıskançlıkların erimemek mümkün mü ?
Okuyanlar bilir Osman'ın kıskançlıklarını ve sert tavırlarını .
Gülay'ın çektiklerini . Kızı kovup sonra gel diyen , seviyor görünüp sevmiyorum diyen , ne kıskanacağım diyen ama kıskançlıktan ölen Osman...

''Boşanacağım'' senden diyip ''Tabiki benim yanımda uyuyacaksın ''diyen adam Osman ..
Gülay ise ne dese susan , suçsuz dünyasında suçlu olan , Osman'ı ilk gördüğü günden beri aşık olan caresiz kızımız :)

Sizce de çok zor bir aşk değil mi :) Hayır Osman çok zor bir adam ah be Gülay yaktın kendini dedim dedim sonunda bende Osman sen nasıl romantik birisin diye yandım tutuştum :)

Gülmek, kızmak , hüzünlenmek , aşık olmak için tez okuyun derim .. 


Baba Dışarda Bir Melek Var kitabından kısacıcık bir hikaye .. Korku severler buyursun efenim :)


Yol Kenarındaki Güzel Kız

1911 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde Arkansas eyaleti kırsalında yaşayan Martin adlı genç bir adam uzak bir kasabada kurulan hayvan pazarından bir at satın almıştı. Trenle geldiği kasabadan kendi köyüne yeni satın aldığı atıyla dönmeye karar verdi; bu sayede hayvanı deneyebilecekti de. Tahminine göre bütün gün sadece kısa molalar vererek geç saatlerde de olsa köyüne varabilecekti. İlkbaharın ılık havası ve çiçeklerle süslenmeye başlayan yemyeşil çayırlar Martin’in keyifli bir yolculuk yapmasını sağlıyordu. Ayrıca sağlam bir kısrak olan at gücü ve dayanıklılığıyla yeni sahibini etkilemeyi başarmıştı. Atıyla geçtiği yerlere yabancıydı ancak yön bulma duygusu güçlü biri olan Martin için köyüne varmak bir sorun sayılmazdı. Hava kararmaya başladığı sıralarda gökyüzünün de bulutlandığını fark etti, kuvvetli bir yağmur bastıracağa benziyordu. Bu da pek iyi bir durum değildi, belki de bir yerlere sığınması gerekecekti.

Martin atın böğrüne mahmuzlarını biraz daha sertçe vurarak hızlanmasını sağladı. Yolda fazla vakit kaybetmemesi iyi olacaktı. Bir süredir genişçe bir patikayı takip ediyordu, iki tepeyi daha aşarsa aşina olduğu tren yoluna ulaşacağını, bundan sonrasının da daha kolay olacağını düşündü. İşte tam o sırada patikanın biraz yukarısında bir ev gözüne ilişti. Ev uzun bir süre önce yanmış ve terk edilmişti. Büyük şöminesi ve bazı duvarları ayakta kalmış olsa da gerisi tam anlamıyla harabeye dönmüştü bu büyük evin. Tam bu sırada Martin’in gözüne bir hareket ilişti. Atının dizginlerini çekerek durdu. Patikanın eve en yakın olan kenarında bir kız duruyordu. Üzerinde uzun bir pelerin, başında da geniş kenarlı bir şapka vardı; yüzünün büyük bölümünü gizlese de güzelliğini saklamıyordu bu şapka.

Martin atından inerek kıza yaklaştı. İnce uzun, son derece kırılgan görünümlü bu kızın solgun cildi ve hüzünlü bakışları genç adamı etkilemişti. “Bayan, şayet bir yere gitmek istiyorsanız sizi götürebilirim, atım iki kişiyi rahatlıkla taşıyabilir. Hem birazdan yağmur başlayacak sanırım...” dedi.

Kız son derece ürkek bir ses tonuyla adama adının Lucy Stapleton olduğunu, anne ve babasıyla patikanın sonlarında büyük bir çiftlikte yaşadıklarını söyledi. Martin tekrar ata bindi ve elini uzatarak genç kızın atın üzerine çıkıp hemen arkasına oturmasına yardım etti. Lucy bir tüy kadar hafifti. Atını kızın eliyle işaret ettiği yöne doğru sürmeye başladı. Kısa bir süre sonra Martin atı biraz daha hızlandırdı ve kızın her iki eliyle kendisine tutunmasını sağladı. Hava iyice kararmıştı. Tepelerin üzerinde birbirinden uzak ışıklar görülüyordu. Civardaki çiftlik evlerinin ışıkları yanmaya başlamıştı. Martin kıza birkaç soru sordu, bekar olduğunu, liseyi yeni bitirdiğini öğrendi. Kız kısa yanıtlar veriyordu, bu yabancıyla konuşmaya pek istekli değil gibiydi. Ürkek halleri genç adamın daha da hoşuna gitmeye başlamıştı. Hemen ensesinde bu güzel kızın nefesini ve ayrıca kalçasının iki yanına sıkıca tutunan ellerini hissetmek oldukça hoş bir duyguydu. Martin, arkasındaki ürkek, kırılgan genç kızın şimdiye dek tanıdığı kızlar içinde en fazla hoşlandığı olduğunu fark etti. “Kim bilir olaylar öyle bir gelişir ki, belki de onunla evlenirim!” diye düşünmeye başladı.

İki kilometre kadar sonra patikanın sonunda büyükçe bir çiftlik evinin ışıkları göründü. Lucy, “Burası bizim ev, size çok teşekkür ederim, benim burada inmem lazım” diye yol kenarındaki taş bir duvarla çevrili küçük bahçeyi gösterdi. Martin atını durdurdu ve kızın inmesine yardım etti. Genç kız güzel gözlerini kaldırıp adama baktı ve hafifçe tebessüm etti, ardından arkasını dönerek hızla bahçe kapısından içeri girdi. Adam, “Sanırım seni görmek için yeniden geleceğim” dedi ardından, ancak kız duraklamadan yürümeye devam etti.

Lucy ağaçların ardından kaybolduğunda Martin bu küçük bahçenin aslında bir mezarlık olduğunun farkına vardı, küçük bir aile mezarlığı. Lucy’nin buradan evine uzanan bir kestirmeyi kullandığını tahmin etti. Belki de anne-babasının bir yabancıyla eve geldiğini görmemesi için yapmıştı bunu. Anne babalar bunu hep yaparlar diye düşünüp gülümsedi kendi kendine; “Kimdi o yabancı? Neden onun atına bindin?”

Martin, kısa bir süre daha kızı görme umuduyla karanlık bahçeye baktı, sonra umudunu yitirip eve doğru atıyla yavaşça ilerlemeye başladı. Evin önünde yol ikiye ayrılıyor; birisi aşağılara inerken diğeri tepeye
doğru çıkıyordu. Hangisini takip edeceğine karar veremedi, belki de kapıyı çalıp içerdekilere danışmalıyım diye içinden geçiriyordu ki bahçedeki bir köpek havlamaya başladı. Hemen ardından evin ön kapısı açıldı ve yaşlıca bir adam dışarı çıktı. Sundurmanın ışığı altında beyaz saçları parlıyordu. “Merhaba delikanlı, sanırım yolunu kaybettin...”

Martin önce selam verip, kendini tanıttı ve yaşlı adama yolu danıştı. Tepeye giden yolu gösteren adam “Bu yoldan çıkarsan kısa sürede tren yoluna ulaşırsın, ama istersen gel biraz dinlen. Akşam yemeğinde misafirimiz ol, hatta gece de kal, yorgun görünüyorsun, hem atın da dinlenir.” dedi. Martin için bu reddedilemeyecek bir teklifti; birkaç dakika önce ardından bakakaldığı Lucy ile bir araya gelme fikri o kadar cazipti ki, hemen kabul etti. Atından inip elini sıktığı yaşlı adam adının Henry Stapleton olduğunu söyledi, emekli bir yargıçtı. “Gel delikanlı içeri girelim, bizim kahya atını ahıra götürür.”

Hakim Stapleton, Martin’i büyük bir salona götürdü. Burada eşiyle tanıştırdı. Martin güler yüzlü hanımefendiye kendilerine zahmet vermek istemediğini söyledi. Ancak kadın bu ıssız bölgede çok az ziyaretçileri olduğunun, varlığından asla rahatsız olmadıklarının altını çizdi içtenlikle. Biraz sohbet ettikten sonra sofraya oturdular. Martin konuksever ev sahiplerinden çok etkilenmişti ancak dört gözle Lucy’nin kendilerine katılmasını bekliyordu. Bir hizmetçi yemek servisini yaptı ama hâlâ sofrada üçünden başka kimse yoktu. Martin merak içindeydi. Kız neden sofraya gelmiyordu ki? Artık dayanamıyordu, sormaya karar vermişti
ki yargıç Stapleton konuyu açıverdi. Bu çiftlikte birkaç yıldır yaşıyorlardı, daha önce iki kilometre aşağıdaki
başka bir evde yaşamışlardı, ancak büyük bir yangın sonrasında orası oturulamaz hale gelmişti. Sonra da
zaten kendilerine ait olan bu çiftlik evine taşınmışlardı.

Martin, geçerken yol kenarında yanık evin harabesinigördüğünü söyledi: “Gerçekten de büyük bir yangınmış,
koca evden bir tek şömine ayakta kalmış. Size bir şey olmaması büyük şans!” Yargıç Stapleton ve eşinin gözlerinin önünden neredeyse gözle görülür bir hüzün bulutu geçiverdi. Kadın iki damla gözyaşını peçetesiyle
silerken, yaşlı adam anlatmaya devam etti: “Delikanlı, ne ev, ne eşyalar önemli değil. Bizim yaşamımız bile anlamını kaybetti o felaketten sonra. Çünkü yangında biricik kızımızı kaybettik.”

Martin şaşkın gözlerle iki üzgün ebeveyne bakıyordu, her ikisi de ağlamamak için kendilerini zor
tutuyordu. Yargıç titreyen sesiyle konuşmayı sürdürdü: “Dünya güzeli bir kızdı, çok iyi kalpliydi. Ne yazık ki
onu kurtaramadık. Hayatının baharında aramızdan ayrıldı. Mezarı hemen yolun kenarındaki küçük bahçede, orası aile kabristanımız. Yaşadığımız her gün, yağmur-kar-fırtına bile olsa sabah erkenden kızımızın mezarı başına gidip dua ediyoruz
.” Kısa bir sessizlik oldu sofrada.



Martin içinin tuhaflaştığını, gözlerinin karardığını hissediyordu, adeta korkarak sordu:

“Çok üzüldüm... Gerçekten çok... Bağışlayın efendim, kızınızın adı neydi?”

Yargıç Stapleton bakışlarını masadaki şamdanda titreyerek yanan mumlara çevirerek “Adı Lucy idi” dedi..